Çocuk yetiştirme, özellikle son zamanlarda, uzmanlık gerektiren bir hal almaya başladı. Hakikaten de öyle mi/ydi? Eskiden pek de öyle değildi. Çocukluğumuzda ne psikolojimiz ne de ergenliğimiz vardı. Sokakta dilimiz damağımız kuruyuncaya kadar oynar; acıkınca ya da susayınca eve gelirdik. Yemek saati, meyve saati, ödev saati, oyun saati gibi daha pek şey “saat”, daha sonra yerleşti ebeveynin diline. Komşularımız bizi sokakta görünce bakkala gönderirlerdi. Sokakta oynarken ya da bisiklete binerken bizi, sürekli bakkala gönderen komşularımızı ya da büyüklerimizi görünce saklanmamız gerektiğini öğrenmemiz için bir yetişkine ihtiyacımız da yoktu. Ayrıca yabancı insanlara karşı bisikletle nerelere kadar gideceğimizin sınırı da kendiliğinden oluşuverirdi.
Sokakta saklambaç, ip, yakar top, misket, çizgi ve bazen de futbol oynar; mahallede yeteri kadar erkek çocuk olmadığından oyunlarda kız erkek ayrımı yapılmaz; yeterli çoğunluk hangi oyun için sağlanırsa onu oynar; cinsiyetçilik nedir bilmez; canımız ne isterse ve olanaklarımız neye uygunsa onunla yetinmesini bilirdik.
Çoğu zaman dut, kayısı, erik, kiraz ve davin ağaçlarına çıkardık. Ağaçtan kaç kez düştüğümü ve ağaca çıktığımda nasıl inerim diye dakikalarca düşündüğümü sayamam. Her ağacın ayrı bir yaşanmışlığı vardı hepimizde. Mahallede sadece Malatya’da adı “davin” olan ve ‘çitlembik’ olarak da bilinen bir ağaç vardı. Ağaca tırmanıp davin toplar; çekirdeklerini kamıştan yaptığımız pipetlerle birbirimize fırlatırdık. İnanılmaz keyifli bir oyundu bizim için. Evdeysem davin çekirdeklerini biriktirir sokağa çıktığımda etrafa ya da birbirimize fırlatırdık. İnanılmaz zevkli bir oyundu bütün çocuklar gibi benim için de.
Sokağa çıkma, oyun oynama, bisiklete binme ve koşma özgürlüğü sayesinde enerjimizi atar; fiziksel, ruhsal, zihinsel ve elbette sosyal anlamda sağlıklı şekilde yetişirdik. Hiperaktivite gibi günümüz tanılarından hiçbiri -daha doğrusu etiketleri- henüz dünyamızda yoktu.
Okulumuz evden on beş dakika uzaklıktaydı ve mahalledeki bütün çocuklarla birlikte okula yürüyerek giderdik. Servis yoktu. Mahalledeki o güven ve samimi ortam çocukluğumuzda bir yere ait olma fikri edinmemizi sağlar; bunun sonucunda da kendimizi güvende hissederdik. Sıkıldığımızda -ki bu pek az olurdu-, bisiklet sürmek, sokakta koşmak, dışarda oturmak, yağmurda yalınayak koşmak, minik boşlukları bile oyunlaştırmak ciddi motivasyon kaynağıydı hepimiz için.
Çocukluk arkadaşlarımızla sorunlarımız olsa da kimse bizlere müdahale etmez; sorunlarımızı kendimiz çözmeye çalışırdık. Çözerdik veya çözemezdik önemli değil, sorunlarımız bize aitti. Sorun dediğimiz şeyler de oyun başlayınca hemen unutuluverirdi. Çocukların, günümüzde yaşadıkları sorunlar, onlara ait değil, o nedenle de çözümünde yer almıyorlar sanki!
Bayramlarda komşunun kapısını güvenle çalıp şeker toplar; arkadaşlarımızla birlikte kendi evlerimizde ders çalışabilirdik. Çekinmeden komşunun kapısını çalma özgürlüğümüzün kaybolması ve misafirliğin azalması sonradan oldu.
Peki sonra ne oldu ?
Biz büyüdük, yetişkin olduk. Çocukluğumuzda hayatımızda olmayan teknoloji bizim ve çocuklarımızın hayatına girdi. Çocukluğunu tam olarak yaşamış olan bizlerin çocukları, teknolojiye sağlıklı uyum sağlayamadığımız için deyim yerindeyse ‘ teknoloji bağımlısı’ oldu. Çocukluğundaki teknoloji eksiğini gidermeye çalışan bizler de bu anlamda ciddi uyum sorunları yaşamaktayız. Çocukların hayata gözlerini açar açmaz teknolojik bir dünyaya doğmaları, bizim çocukluğumuzu hayal dahi edememelerine neden oldu. Gerçek ve sanal dünyayı ayrıt edemeyen bireylerin yetişmesinin en büyük sorumlusu ,çocukluğunu sağlıklı bir şekilde yaşamış olan bizlerin teknolojiye ayak uyduramayıp, onun adeta bağımlısı hale gelmesi de olabilir.
Ciddi toplumsal değişimeler, çocuk yetiştirmede yeni anlayışların benimsenmesi ve sorgulanmadan kabul edilmesi birtakım sorunları da beraberinde getirdi. En büyük değişim, üretim ilişkilerinin hızlı biçimde evrilmesiyle, toplumsal hareketlilikle oldu. Bireyselleşme biraz da kendi içinde başka sorunları barındırarak getirdiği için şu an tam olarak hangi sitemde çocuk yetiştiriliyor bunu hiçbir kuramsal bilgiyle açıklayamıyoruz. Özgürlüğe yani tam olarak çocukluğumuza dönüş hareketleri konuşulsa da alternatif eğitim denen olguyu çocukluğumuzda yaşamıştık. Doğanın kendi içinde eğitici gücüne inanış, çocuğun potansiyelini keşfetmesinin desteklenmesi ve çevre bilinci kazandırmanın değeri şu an anlaşıldı. Bu değeri kaybetmek ve hatırı sayılır bir ücretle geri almaya çalışmak ise kendi içinde çelişkiler barındırmakta. Bu konuda çalışan uzmanlar, çocukluğumuza geri dönüşün yollarını arıyor. Bir nevi kaybettiklerimizi tekrar kazanmaya çalışıyoruz.
Aileler çocuk yetiştirme konusunda oldukça kaygılı. Genelde internette özelde sosyal medyada ayıklanması güç “bilgi”ler gün geçtikçe daha fazla yayılıyor. Çocuk yetiştirmede farklı bakış açıları, uyarıcılar, kaynaklar ve söylenenler iç içe geçmiş durumda. Duyduğu, gördüğü çoğu eksik, yanlış ya da doğru ama çocuğuna uygun olmayan bilgiyi direkt belli bir süzgeçten geçirmeden çocuğ(un)a uygulamaya çalışıyor. Bu bilgiler çocuklar üzerinde deneniyor. Bazen ebeveyn, panik içinde çocuğuna karşı yetersizlik duygusu yaşıyor ve bir uzmana koşuyor. Kimi zaman aradığının tam olarak ne olduğunu bilmeyen aileler, çocuğun öğretmenini, sınıfını, okulunu veya kaynak kitabını dahi değiştirebiliyorlar. Bazen okulun yetersiz olduğu düşünülüp özel derslere, kurslara ya da kişisel gelişim merkezlerine ciddi meblağlar ödeyerek çocuklarını “iyi niyet” ile deneme tahtasına dönüştürüp yıpranmalarına neden olabiliyorlar. Böylece bir çember içinde sürekli kurumdan kuruma, uzmandan uzmana koşan, kendi çocukluğunu yaşayamayan, gündelik hayata dair karşılaştıkları problemleri çözemeyen çocuklar yetişiyor. Evde sürekli el üstünde tutulan, ihtiyaçları çoğu zaman istemeden karşılanan ve bir şey düşünmesine de fırsat verilmeden hayatta kendisine sürekli olanaklar sunulan çocuklar haline geliyorlar. Üretmek, risk almak ve düşünmek, hayatta pratik gerektirdiğinden ve kendiliğinden zamanla inşa edilen beceriler olduğundan, çocuklukta kazanılmadığı koşulda telafisi pek de olanaklı olmuyor. Okula başlayan çocuk, ilgi odağı olmak istiyor. Paylaşmak ya da dinlemeyi öğrenmek aslında biraz da toplum içinde bireysel olup ama aynı zamanda da toplumsallaşmayı başarmak anlamına geliyor. Bu konuda hayat pratiği olmayan çocuk, ciddi anlamda uyum sorunları yaşayabiliyor.
Ne yapmalı?
İnsan olmaktan öte canlı gereğidir doğayla iç içe olmak. Stresli kentsel alanlardan çocukları sık sık uzaklaştırıp doğayla iç içe toprağa, suya, ağaca dokunabilecekleri olanaklar yaratmak, onların her anlamda sağlıklı gelişimlerine katkı sağlar. Kitaplardan hayvanları ve bitkileri öğrenen çocukla bizzat doğayı kendi içinde deneyimleyen çocuğun kazanımları kesinlikle aynı değildir. Aşırı korumacı ebeveyn tutumları, hem biyolojik hem de sosyal bir varlık olarak çocuğun hayata tutunma, kendi sorunlarını çözme becerisi geliştirmesini sekteye uğratır. Çocuğun sorun yaşamasına izin verilmedikçe, kendi sorununa çözüm üretmesi için kendisine olanaklar yaratılmadıkça çocuk, hayatı deneyimleme imkanı bulamaz; bunun sonucunda da eğitimden beklediğimiz becerileri geliştiremez. Aileler, çocuk yetiştirmeyi stres ve yük haline getirdikçe çocuğun doğal gelişimi, gölgelenmekte. Doğal ve toplumsal gelişimini belirlemek yerine her anlamda deneyimleme imkanı yaratmak, gelişimi açısından daha anlamlıdır. Ebeveyn, çocuğunu çok iyi tanır, potansiyelini ortaya çıkarmasına destek olduğu koşulda, çocuk, kendi potansiyelini gerçekleştirme imkanı bulabilir. Çocuk yetiştirmenin ister ebeveyn ister eğitimci, neresinde olunursa olunsun, hepimizin sorumluluğu, “mükemmel” değil “mutlu” bir çocuğun / kişinin gelişmesine katkıda bulunmak olsa gerek.
Bu yazım ‘ Bir Sınıf Değişir’ internet sitesinde yayınlanmıştır.
http://www.birsinifdegisir.com/haber/225/mutlu-cocuk-yetistirmek/